Uzun zamandır bir yazı paylaşmıyorum. Meşguliyet mi yoksa üşengeçlik mi bu kadar zaman yazı yazmamama sebep oldu kestirmek zor. Son zamanlarda ülke gündemi (her zaman ki gibi) zihnimin içi gibi karmakarışık. Ülkede olup biten her türlü suç teşkil eden ya da psikoloji bozan olay şaşırtmazken, kendi zihinsel yapımda olan değişiklikler beni bir hâyli şaşırtıyor. Bir insanın sevdiği, yaptığı şeyler zamanla çok büyük değişiklikler gösterebiliyor peki ya zihinsel gücü ve hayata bakış açısı…
Hayatın bilinmezliği ve her an her şeye açık olma hali beni eskiden yani bundan yaklaşık 4 yıl önce çok tedirgin ederdi. Kontrol edemediğim istem dışı bir korku ve üzüntü içinde bulurdum kendimi, o köprünün altından çok sular aktı çok şeyler değişti. Şu anda başıma gelmiş ya da gelecek olan herhangi bir olaya karşı olur böyle şeyler, çok ciddiye almamak lazım netice itibariyle bütün bunlar sonsuza kadar sürmeyecek ve bu olayların olmasında benim de payım var duygusuyla yaklaşıyorum.
İşte bu duygularla hareket eden ben geçtiğimiz günlerde kendi tabiriyle hayatın sillesini her alanda yemiş arkadaşımdan “Yöneticiler var ya bana takmış vaziyette sadece benim üzerime oynuyorlar.” diye bir cümle duydum. Kendisine doğrudan “Şirkette yöneticiler, okulda hocalar, sporda tuttuğun takım için hakemler ve diğer tüm alanlarda kesin bir düşmanın sana ya da size takan oluyor. Neden?”
Sorduğum bu soruya oldukça politik cümleler kurarak cevap verdi. İşte ben çok iyi biriyim, iyi niyetliyim bu sebeple beni kullanacakları (kendisini neden kullandırıyor onu da soramadım) biri olarak görüyorlar aslında biraz dişlerimi göstersem bak sen o zaman gör vesaire…
İnsanların birbirlerine düşmanlık besleme durumları olduğu çok açık, insan insana dürüst olmasından, çalışkanlığından, yakışıklı ya da güzel olmasından, zengin olmasından ya da mutlu olmasından dolayı haset duyabilir. Ancak bir insanın hayatındaki her olumsuz konuyu bu düşmanlara bağlaması ya da onların bu duruma sebep olduğunu belirtmesi benim hayat görüşüme göre acizlik belirtisi…
Hepimizin düşmanları haset edenleri var ama bu düşmanların büyük çoğunluğu maalesef hayâli, insanoğlu neden hayâli düşman yaratma konusunda uzman. Bunun bence pek çok nedeni var ama diğer nedenler birazdan bahsedeceğim bir ana nedenden türemekte…
Temel nedenin içine doğduğumuz aile ve ona ait yapı taşları olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar herkes belli bir yaştan sonra kendi hayat yoluna baksa da aileden alınan miras hayata bakış açınızı ciddi bir terapi ya da disiplin almadıysanız çok büyük oranda şekillendiriyor. Armut dibine düşer atasözü her ne kadar ön yargı barındırsa da maalesef doğru (kendi deneyimlerime bakarak) görünüyor. Kendisini ailesinden tam anlamıyla genç yaşta koparamayan her birey bir süre sonra ailesindeki insanların özelliklerini daha çok kopyalıyor ve taşımaya başlıyor. Eeee biz Türkiye Cumhuriyet’i vatandaşlığı olan insanlar olduğumuza göre pek çoğumuz orta ya da alt kesim ailelerin çocukları olarak Dünya’ya geldik. Ailelerimiz devlet dairesine kapak atmamız, çalıştığımız yerin eve yakın olması gerektiğini vurguladı durdu…
Çok küçük yaşlarda bu cümleleri duyan insanlar genellikle konfor alanına düşkün, bu memleketi ben mi kurtaracağım kafa yapısına sahip olacaklarından her başarısızlıklarında ya da hatalarında suçu başkalarına atma eğiliminde de olacaklardır. Başarısız ya da hatalı bir durumla karşılaşırsak bunun kesinlikle ama kesinlikle bizimle en ufak alakası olamaz. Neden olsun ki zaten?
Bu neye hizmet ettiği belli olmayan yazıyı neticelendirmek gerekirse, Türkiye maalesef artık vasat insanların çok büyük çoğunlukta olduğu bir ülke ve bizler kendimizi geliştirmemek için bahaneler ürettikçe o sürünün bir parçası olmaya, hayâli düşmanlar yaratmaya devam ediyoruz. Gelişen teknoloji ile birlikte bilgiye erişimin bu kadar kolay ve ucuz olduğu bir dönemde biz neden hayâli düşmanlar yaratmak yerine, o düşmanları yok etmeye odaklanmayalım. Biz bir gayret gösterdikten sonra karşımızda gerçek ya da hayâli bir düşmanın durabileceğini düşünmüyorum. İnsan sormadan edemiyor yahu sahi kim bu hayâli düşmanlar…
YAŞAMAYA DAİR
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hattâ bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
“Yaşadım” diyebilmen için…
NAZIM HİKMET RAN